Her zerrem secdeye kapanarak tam üç kez o muazzam cümleyi tekrar ettim. O zaman anladım ki; bir kelimeyi duyup söylemek ile hâl edip yaşamak, onu muhabbet derecesine ref’etmek farklı şeyler.
Yurt dışındayım. Bekarım o zamanlar. İşim yok. Cebimde meteliğim yok. Akrabalarımın yanında bir mülteci mahzunluğu ile hayata tutunmaya çalışıyorum lakin bir ara yapayalnız kaldım. Sürekli olarak gittiğim bir camii vardı. Bir akşam, yatsı namazından sonra herkes evine dağıldı. Caminin imamı da o zamanlar camide kalıyor. Sanki insan ömrünün sonbaharını musiki ile ifadeye yeltensek, o bana göre akşam ezanları olurdu. Ezanın hüznünü demleyen namazdan sonra çıkamadım camiden. Gidecek yerim yoktu. Küçücük çay ocağına ilişip televizyonu açtım lakin kafamın içi harman yeri. Karnım aç. Kimsem yok. Fıtratım gereği şahsım için kimseden bir şey talep edemiyorum. Kaç saat o şekilde kaldım bilemiyorum. İmam efendi, hadi sen gitmiyor musun? der diye kalbim kıpır kıpır ama Rabbimden bir himmet umudu ayrılmadı kalbimden. Gece geç vakit saat kaç oldu bilmem. Televizyonda esmaülhüsna okunmaya başladı. Gözlerim dolu dolu ekrana bakarken kimsesizliğin ve çaresizliğin halet-i ruhiyemde bıraktığı tesirle mahzunum. Bir dem ekranda el Fettah ismini gördüğümü anımsıyorum. Kucağını açıp evladını bağrına basma iştiyakiyle mütebessim, bir babaya koşan çocuk edası ile yüreğimden haykırıverdim.
El Fettah. Ey sırlı kapıların çilingiri. Aç kapılarımı!
Gurbetçilere kolaylık olsun diye ankesörlü bir telefonu vardı caminin. Gecenin çok geç olduğunu caminin içinde çalan ankesörlü telefonun çığlığı ile anladım. Gayri ihtiyari gözüm saate ilişince şaşkınlığım bir kat daha arttı. Bu saatlerde camiyi kim arasındı?
- Alo dedim ürpererek.
- Alo Muhammed sen misin dedi.
Telefondaki Hüseyin abiydi.
- Gece yatakta bir o yana bir bu yana döndüm durdum. Lakin bir türlü uyku tutmadı. Kalkıp oturunca sen gönlüme düştün.
- Yanına geliyorum beni bekle dedi. Biraz sonra Hüseyin abi yanıma geldiğinde ise;
- Hadi toparlan eve gidiyoruz dedi.
Hiç sesimi çıkarmadan peşine düştüm. Evine geldiğimizde hanımı sanki açlığımı biliyormuşçasına bir şeyler hazırlamıştı. Karnımızı doyurup yattık. Yatağa girdiğimde ise zihnim allak bullaktı. Bir gece vakti bir cami köşesinde aç olduğum Hüseyin abiye nasıl malum olmuştu. Hele yatacak bir yerimin olmayışını kimselere diyememiştim ama bir esma haykırmıştım sadece. El Fettah.
O an şehadet getirdim sarsılarak. Telaffuzda ‘’Şehadet ederim ki; Allah’tan başka ilah yoktur. Hz Muhammed onun kulu ve elçisidir’’ olmasına rağmen söylediğim cümle; sensin ya Rabbi idi ! sadece sensin!
‘’ kimsesiz hiç kimse yok, her kimsenin var kimsesi
kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi’’
Manasında, ya Fettah sâdır oldu dilimden. O dem anladım ki; bir duyan ve gören var kulaksız gözsüz.
Bazı metinlerde şehadeti çevirirlerken BEN şehadet ederim ki! diye çevirirler. Oradaki özneyi zikre yeltenmedim hiçbir zaman. Yeltenemedim. Eğer illa ki işaret kasdı ile bir an BEN diyecek olsam.
‘’Ben dedikçe maksâdımdır kudretin
Benliğimden zâhir olmuş vahdetin ‘’
Kelamı kibârınca Ben demeyi yeğlerim. Neden mi? O gün çektiğim şehadet, bana mahviyyetiilkâ etti. Sensin demeyi o gün öğrendim başka bir dilin aydınlığında.
Herkim, hangi dilde neye inanırsa inansın, acziyetin ve kulluğun dilini bilmiyorsa ne söyleneni işitir, ne de söylediği anlaşılır. Bir sayhadan öteye gitmez kelimeleri. Sana tavsiyem aziz dostum. Bir lisan öğren ki; cümle mahlukatın dilinden anlar olasın. Hal-i perişanıma bakıp bir şeyler biliyor zannetme. Sana o lisanın bir kelimesini anlatmaya çalıştım. Sadece bir kelime;
Şehadet…
Eşhedüenla İlahe İllallah ve Eşhedüenne Muhammeden Abduhu ve Resulühu.
Hani üç kez şehadet getirmiştin. Diğerleri nasıl oldu diye sorduğunu duyar gibiyim.
Azizim, birimizi bine say. O Biri bilmeden bin malumat elde etsen de, maksud ele giresi değil.
‘’Muhabbet kesbeylemektir dâr-ı dümnyadan garaz
Yoksa ey zâhid nedir bildin mi ukbâdan’’
Muhabbetler…