Bir itirafla başlayalım: Evet, para olmadan marka olmaz. Markalaşma üzerine yazan herkes, parayı küçümseyerek başlar. “Anlam, duygu, hikâye”
derler. Fakat işin gerçeği şudur: Kasada para yoksa, o hikâyeyi kimse duymak istemez.
Bir işletmenin önce nefes alması gerekir.
Nefes yoksa kimlik de yoktur.
Ama tehlike şurada başlar:
Bir noktadan sonra para, oksijen olmaktan çıkar; “Para”aklı ele geçirir. Ve markalar düşünmeyi bırakır, saymayı öğrenir.
Artık hiçbir fikir, hiçbir duruş, hiçbir değer önemli değildir. Satıyorsa doğrudur. Trenddeyse doğrudur. Hızlıysa, tıklanıyorsa doğrudur.
İşte o zaman para markayı büyütmez; markayı yok eder.
Para yakıttır, yön değildir
Para, bir motoru çalıştırır ama nereye gideceğini söylemez. Eğer marka yönünü belirlememişse, para sadece daha hızlı savrulmasını sağlar.
Bir markayı güçlü yapan şey para değil, paranın nereye harcandığını bilme zekâsıdır.
Bir örnek düşünelim:
Reklam filmini üç kat bütçeyle çeken bir mobilya markası, daha çok görülür belki ama aynı cümleyi kuruyorsa, sadece daha pahalı bir sessizlik üretir.
Bazen daha çok ses çıkarmak değil, yankı bırakmak gerekir.
Satış değil, neden satıldığı önemlidir.
Küçük işletmeler için gerçek problem satmak değildir — satarken kim olduklarını unutmaktır. Para kazandıkça markayı değil, pazarı dinlemeye başlarlar. Oysa para bir sonuçtur; doğru stratejinin yankısı. Para, markayı kanıtlamaz. Tam tersine, marka parayı anlamlı hale getirir.
Küçük markalar çoğu zaman büyük markaların taklidine yönelir. Çünkü sistem onlara “satmak için popüler ol” der. Ama popülerlik marka değildir. Popülerlik kalabalığın ilgisidir; marka ise bilincin saygısı. Kalabalık unutur, bilinç hatırlar.
Para markayı büyütür ama tanımlamaz. Onu yöneten marka olur, ona teslim olan sadece satıcı kalır. Gerçek ustalık, kasadaki rakamı değil, niyetini büyütmektir.